Boğaziçi'nin Anadolu yakası sırtlarının en namlı köylerindendir; Beykoz iskelesinden beş kilometre kadar içerdedir. Adını Fatih Sultan Mehmed'le beraber İstanbul cenginde bulunmuş Akbaba Mehmed Efendiden almıştır, kabri, köyün camii yanındadır ki bu mâbed, bir hayli sonra, on yedinci asır başında, Birinci Ahmed'in haremi hümayun kethüdası Canfedâ Saliha Hatun tarafından yaptırılmıştır. Aynı hayır sahibi kadın Akbaba'da bir de hamam yaptırmıştı; Evliya Çelebi'den öğreniliyor ki. Daha on yedinci asır ortalarında Akbaba, yüz haneli, cami ve hamamından başka yirmi otuz dükkândan mürekkep bir küçük çarşısı bulunan şirin ve mamur bir köydü. Bir de meşhur Bektaşi dergâhı vardı ki, yaz ve kış misafiri eksik olmazdı.

Akbaba köyü. onyedinci asırdan beri İstanbul'un en meşhur mesire yerlerinden biri olarak tanınmıştır; beyaz kirazı ile kestanesinin şöhreti dillere destan olmuştur. Evliya Çelebi anlatır, kiraz ve kestane mevsimlerinde, İstanbul'un safa ehli arabalarla Akbaba Sultana gider, çadırlar kurup iki üç ay kiraz ve kestane faslı olur, "âşıkanı sâdıkan" can sohbetleri ederlerdi. İkinci Mahmud Yeniçeri ocağım kaldırıp Bektaşilere karşı da şiddetli bir takibe giriştiği yıllarda Akbaba dergâhı da kapatılmış, babaları ve müridleri de taşrada birer tarafa sürülmüş, bina Nakşibendiye tarikatına verilmişti. Bir nakşi dergâhı olarak âyin günü perşembe idi.

1293 mebus seçimi için tanzim edilmiş bir defterde, Akbaba köyü 39 hane olarak gösterilmiştir; Evliya Çelebinin verdiği rakam mübalâğalı değilse, on yedinci asır ortasına nispetle bu küçülüşü izah etmek zordur; Bektaşilerin dağıtılması tek sebep olarak görülür.

Muharrir Ahmed Midhat Efendinin bu köy civarında bir çiftlik kurması, köyün, tekrar hem imarına, hem büyümesine, hem de şöhretine yol açmıştır.

İstanbul'un en nefis sularından Karakulak suyunun kaynağı da Akbaba köyü civarındadır .